3 Aralık 2013 Salı

Türkiye Roman Müziği

En çok bilinen Roman (Çingene) şarkılarından olan yukarıda okuduğunuz sözler; Onların yaşantılarını kendi dillerinden eğlenceli bir şekilde bize aktarmaktadır. Roman dansları da en az şarkı sözleri ve müzikleri kadar renklidir. Doğaçlama olarak yapılan ve toplum içerisinde çeşitlenerek yayılan sözler, içerik olarak günlük yaşamın tüm unsurlarını kapsar. Müzik romanlar için bir yaşam biçimi ve bir geçim yoludur. Ekmek su kadar gereksinimleri oldukları müziklerine tam hakimdirler. Romanlar düşlerini, hüzünlerini, kavgalarını ve hayatı boşverme hallerini; kimsenin görmek istemediği veya göremediği, kıyıda kalmış yaşamlarını şarkılarıyla, danslarıyla mizahi bir dille anlatırlar.


Kökleri Hindistan’a dayanan Çingenelerin, İzledikleri tüm yollardan aldıkları dans müzik kültürünü gittikleri yerlere taşımışlardır. Hindistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya, Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Amerika’ya... İşte tüm bu yolculuklar, göç etmeye zorunlu kılınmış tüm hakların müziklerinde ve danslarında yüreğini acıtan bir buruk tattır. Ancak her şeye rağmen çok hüzünlü de başlasa bir çingene dansı sonunda neşeye, acıyla dalga geçen bir hale dönüşür.

Her Çingene boyu müzik ve dans ile ilgilenmez. Genellikle göçebe yaşayanlar daha başka mesleklere sahiptirler. Onlar Ahmet Haşim’in “Çingene bizzat bahardır” dediğe gruba girerler.

Çingene Müziği ve Dansı

Çingeneler 16. yüzyılda Almanya’da, Fransa’da, Rusya’da kralların önünde lüt denilen aletle müzik yapar ayrıca dans ederlerdi. Çingene müziğinin temel özelliği, karamsar, hüzünlü bir şekilde başlayıp, sonra çılgınca bir ritme ulaşarak insanların ya kanını kaynatır ya da tüylerini ürpertir. Çingene müziğinin en hızlı geliştiği yerlerden Macaristan’da aynı İspanya’da olduğu gibi yerli halkın müziğinin etkisi de küçümsenmeyecek derecededir. Aslında bakıldığında, Özgün bir Çingene müziği ve dansı görmek mümkün değildir. Ortaya çıkan müzik ve dans mutlaka bulunduğu ülke kültürü ile doğrudan ilişkilidir. Ancak Çingenelerde var olan, müziğe ve dansa olan doğal yatkınlık dünyanın neresine giderseniz gidin Çingenelerin müzik ve dansta hep önde olduklarını gösterir bize. Çingeneleri hayranlıkla izlemiş olan birkaç ülkeye ve tarihlerine bir bakalım isterseniz:

Rusya’da Çingene müziği ve dansı oldukça önemlidir. Bu ritimler, disiplinsiz melodiler Rusya’yı içine düştüğü uyuşukluktan kurtarmıştır belki de... Victor Tissot’un Rusya ve Ruslar adlı yazısında XIX. Yüzyılda Moskova’nın zevkler sokağını şöyle tanımlar kullanmıştır: “...yarattıkları izlenimleri daha da derinleştirmek etkiyi ikiye katlamak için, en genç olanlar dans edip şarkı söylüyorlar!... Bir kalça hareketleri var ki, nasıl da şehvetli, nasıl da ateşli! Ya o gülümsemeler, o göz süzmelere ne demeli! Sonra kollarını başlarının üstünde kavuşturup, çıplak yontuların verdikleri pozlara benzer biçimde göğüslerini öne çıkarıyorlar. O zaman koro kısa ve keskin çığlıklar atıyor, yabanıl sesler, uğultular çıkarıyor; gitar arpejleri buna bir son veriyor sonra... Rus zevk düşkünleri kendilerini Muhammed’in cennetinin hurma ağaçları arasına taşıyan bu gösteriye bayılıyorlar; Bu Çingenelerin ataları olan rakkaselerin bugün hala bir Hint tanrısının iç karartıcı resminin önünde göbek danslarını yaptıkları kösnül Asya tapınaklarındandır sanki...”

Ne gariptir ki; 1950 yılında İstanbul’a gösteri yapmaya gelmiş olan bir flamenko topluluğunun baş dansçısı Ana Esmeralda’nın dansı hakkında yazılmış tanımlamalar Victor Tissot’un tanımlamalarında hiç de uzak değil: “... Cezayir’de dünyaya gelmiş ve damarlarında sıcak Çingene kanı dolaşan Ana Esmeralda! İhtiras dolu mizacı dansta bir fırtına halini alıyor; yüz mimikleri bazen çapkın bir eda, bazen mahzun bir ifade alarak mütemadiyen değişen bir halde. Esmeralda dans ederken bir alev parçası, bir kasırga. Fırtınadan evvelki korkunç sükut oluveriyor ve sonra bir saniye içinde baştan çılgınca harekete geçerek nefesimizi kesiyordu....”

Nerede yaşıyor olursa olsun bir Çingene dansından ya da dansçısından bahsedildiğin de hep benzer tanımlamalarla karşılaşıyoruz..

İspanya’nın Endülüs şehirlerinden olan Garanada’nın Elhamra tepesine gidelim şimdi de. Burada Lorca’nın da dansından çok etkilenmiş olduğu söylenen Lola Medina adlı bir Çingenenin dansını Michael Swan’ın anlatımıyla gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışalım:”... Konuklardan biri Lola’dan dansa kalkmasını istediği zaman o ancak keyfi gelince dans edeceğini mırıldandı. Sabahın erken saatlerinde keyfi geldi, saçını tutan firketeleri çıkarmaya başladı;... Lola ortaya geldi durdu, dansına ağır ağır başladı. Ellerin kolların, bedenin üst yarısının hemen hemen hepsinden de çok yüzün dansıydı bu. Yüzünü dansın hali değiştikçe, bir dizi, kimi zaman trajik kimi zaman da kendinden geçmiş, maskelere dönüştürüyordu... Hayvanlara özgü bir şehvet dolaşıyordu vücudunda, oyunu gitgide hızlandı. Sonra birden, başını geriye attı, vücudu durdu; musiki sanki bir cümlenin orta yerinde kaldı. Dansı biter bitmez, Lola’nın yüzü şaşılacak ölçüde değişti, kendinden geçmiş halinden bir küçük kız sıkılganlığına geçiverdi, yanımıza oturunca da ellerini yanaklarına götürdü. “Bağışlayın beni. Dansettiğim zamanlar bana bir şeyler olur, kendimi tutamam, bir ateş dolaşır damarlarımda... sevişmek gibi bir şey...”

Çingenelerde gerçekten de hayatın bir parçası dans, kimi zaman onlar için acısını anlatmaksa, kimi zaman neşesini, hırsını, açlığını anlatmak ve kimi zamanda Lola gibi aşkını sevgisini daha da mahrem olan sevişme anını anlatmak...

Bizde durumlar nasıldı ya diye bakarsak Reşed Ekrem Koçu es geçmemek gerekir. Koçu’nun aktardığına göre, XVIII. yüzyıl sonlarında İstanbul’un gedikli meyhanelerinde dansçılar (köçekler) sahne alırmış. Bu dansçılar en çok “Kıpti” (Çingene) olurmuş. Bu dansçılardan biri olan Loncalı Köçek İsmail dansıyla pek nam salmış. Böyle güzel dans eder de hiç hayranları aşıkları olmaz mı? İşte bu hayranlarından biri de, devrin ünlü şairi ve bir Arap beyzadesi olan Endurunlu Fazıl Bey. Fazıl Bey Defteri Aşk isimli eserinde bu güzel köçekten bahseder:

İsmine dirler imiş İsmail
Çengilerden meğer ol şuhi cihan
Hüsn ile bulmuş idi şöhreti ü şan...
Aybı ancak bu ki, ol canane
Milleti olmuş idi Çingane!

İtalyan Caronni’nin XVIII. Yüzyılın sonundaki çingenelerle ilgili gözlemlerinde neler var acep? “ Onlarda karşılaştığım tek duyarlılık belirtisi kimilerinde müzikte, kimilerinde de dansta kendini gösteriyor... Çingeneler müziklerine eşlik eden danslarına göre çeşitlendiriyorlardı ezgilerini... Çağrılmış olsunlar ya da olmasınlar tek bir kır şenliğini bile kaçırmıyorlar; her handa ya da her meyhanede kendilerini gösteriveriyorlardı...” Anlaşılan o ki çağlar değişiyor Çingenelerin müziğe ve dansa yakınlıkları değişmiyor. Bizim Çingenelerimizin güzel dans parçalarından olan aşağıdaki sözlerde XVIII. Yüzyıldaki aynı tavrı görebiliyoruz.

Todilere çengi çıkar
Nazik, dilber, hem şivekar
Nerede duysa, düğün, dernek
Koşar gider, göbek atar oynar
Kızlar sarılar giyince
Papatyalara dönünce
Zurna davul çalınınca
Gönüllerde cümbüş oynar.

Yugoslavya ve Balkanlar’dakileri ise “Çingeneler Zamanı” adli filmden hatırlarsınız. Bir roman düğünü, sokakta herkesin gözü önünde üç gün üç gece yapılır ve doyasıya eğlenilir.
Mahallede kavgalar günlük hayatın bir parçasıdır. Roman kavgaları da düğünleri gibi çalgılı, danslı, şarkılı olur. Bir hiç yüzünden başlayan ve adeta sokak tiyatrosu niteliğindeki kavgalar bazen bir hafta sürer barışmalar ise bir anda olur. Kavga sırasında evde ne var ne yok her şey sokağa, kapı önüne çıkartılır ve karşı tarafa inat gösterilerek karşılıklı çeşitli tonlarda ağız dalaşı yapılır. Kavga edenler yorgun düştüklerinde karşı tarafa yapılan ithamlar anında unutulur ve barışılır. Eşyalar tekrar eve taşıp ocağa çay konur ve hiçbir şey olmamış gibi dostane bir muhabbet başlar.

Çingeneler dansa karşı ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, Onlarla ilgili incelemelere, yazılara baktığınız da meslekleri arasında danstan pek söz edilmez. Ama biz iyi biliyoruz ki Trakya Çingeneleri nasıl dans eder, Sulukule’den ne cevherler çıkar, Ahırkapı ayrı bir şenliklidir. Kuştepeliler danslarını Şakşuka klibiyle herkese göstermişlerdir.

Sulukule’den size küçük söyleşiler aktarayım. Bakın bir dansçı nasıl yetişiyor. Onyedi yaşındaki Selen, sanat yaşamına başladığı dönemi şöyle anlatıyor: “Ben doğduğum zaman kundağıma zil koymuşlar. Dokuz yaşıma bastığımda zil vurmaya başladım”. Bu mahalleden gelme olan Sibel Can’ı hepiniz bilirsiniz. O da ilk olarak sahne hayatına dansla başlamış daha sonra ses sanatçısı olmaya karar vermiştir.

Tarih boyunca hep uzaktan bakılan, korkunulan, çekinilen bir topluluk olan Çingeneler aslında hep yanı başımızda ama bir o kadar da uzakta olmuşlardır. Her toplumun kendinden olmayanı “ötekiyi” kabul etmesi çok güç olmuştur. Ancak Çingeneler yaptıkları müziklerle, danslarla hep bizimle olacaklar, kütürler arası taşıyıcılığı yapmaya da devam edecekler gibi görünüyor. İdris Köylü’nün dediği gibi;
“Demem o ki
Kıyametten önce vardık biz
Kıyamet günü de buradayız
Asilik bulaşmış kanımıza
Uslanmayız”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder